Uzun vadeli hedefler bende işe yaramıyor. Herkeste aynı mıdır bilemiyorum. Ama diyelim ki iki ay sonra beş kilo verme ya da üç ay sonra kitabımı bitirme hedefi koydum. Sadece o iki ayın, beş ayın sonuna odaklanıyorum ve bu da bugünlerimde başarısız hissetmeme, motivasyonumun düşmesine neden oluyor. Bu yüzden hedeflerimi günlük koymaya karar verdim. Aylar sonrasını, hatta bir hafta sonrasını bile düşünmeyeceğim, sadece o günü kurtarmaya bakacağım.
Ama bu karar beni biraz korkutuyor çünkü anı yaşayamama sorunum var. Belki kimileri "Bu da sorun mu? Asıl sorun zaten anı yaşamak." diyebilir çünkü iki hafta öncesine kadar ben de aynısını diyordum.
Evren bana en azından altı aydır hep aynı mesajı verdi: "Anı yaşa." İki gündür tanıdığım insanlardan da duydum bunu, afişlerde, filmlerde de gördüm... O kadar farklı çeşitlerde o kadar çok karşıma çıktı ki... Ama ben yıllardır uygulamada ne kadar başarılı olduğu tartışılsa da planlar yapan, listeler hazırlayan biriyim, hayatım listelerde. Ne kadar para birikecek? Ne kadar kilo verilecek? Dişçime ne zaman gideceğimi bile bu listeler belirlerdi. Delice mi? Galiba öyle.
Planlamaya bu kadar alışkın ve planlamayı bu kadar doğru gören bir insan için "Anı yaşa." demek, ana bacı sövmekle aynı ağırlıkta bir küfür gibidir.
"Takma kafana, hayat kısa, cebindeki parayı bugün harca, karşına çıkan hiçbir keyif fırsatını kaçırma, yarını düşünme." O cümlenin iki hafta önceye kadar benim için anlamı buydu. Sonra evren baktı ki mesajı almama konusunda diretiyorum, karşıma bir kitap çıkardı.
Kadıköy'de geçireceğim birkaç saati değerlendirmek için kitap almaya gidip satıcıdan tavsiye istediğimde bana uzattığı ilk kitaptı, yazarının adı çok tanıdıktı. Hem facebook'tan takip ediyordum, hem de bir arkadaşımın arkadaşıydı.
O kadar bana hitap eden bir dille, uzun ve ayrıntılı anlatmıştı ki sonunda en az altı aydır tüm dünyanın bana anlatmak için ortadan ikiye çatladığı cümleyi çözmüştüm. "Anı yaşa." demek, ""Siktir et yarını, keyfine bak." demek değildi. Anı kaçırma demekti. Çünkü benim gibi gelecekte yaşamaya çalışan insanlar bugünü kaçırıyordu. Planlar, programlar ve beklentiler arasında hiç farkına varmadan duygusuzlaşıyordu.
Duygusuzlaştığımın farkına sanırım bir ay önce vardım. Aslında o da aklımda bir soruyla yine Kadıköy sokaklarında dolanırken bir kafenin posterinde yazanlar sayesinde oldu. "Her şeyi sevgiyle yap."
Çok basit görünüyor, değil mi? Hayatın sırrını içinde barındıracak bir cümleye hiç benzemiyor. Sabun köpüğü ve romantik bir cümle gibi... Ama bu tanımdan o kadar uzak ki...
Kendime dönüp baktığımda, içimde sevgiyi bulamadığımı fark ettim. Olmadığından değil, mantığımla ve beklentilerimle öyle iç içe geçiyordu ki, hangisi duygu, hangisi düşünce ayırt edemiyordum. Duygusal olarak bir şey hissetmediğim insanlarla çıkıyordum. Deli olduğumdan değil, savunmam şuydu: "Sevgi dediğin zamanla ortaya çıkar, önemli olan duygusal ve zihinsel uyum. Belki bu kişiyle uyumluyumdur. Belki ben bunu görmüyorumdur da, o görüyordur."
Ama her defasında o kişilerin ne kadar yanlış olduğu çıkıyordu ortaya. Peki dersimi aldım mı? Aslında bir ay önceki korkunç randevumun peşine kafedeki o posteri gördüğümde akıllanmam gerekirdi. Ama aynı hatayı daha birkaç gün önce tekrarladım. Uyarıcı çanları hep çaldıran birine yine mantığımla yaklaştım ve bir kez daha hayatımın çok değerli birkaç saatini kaybetmiş oldum. Ama galiba bu defa aldım.
İnsanın kendi duygularını anlayamaması ne tuhaf, hele de benim gibilerin... Günümüz dünyası gereği sanırım hepimiz bir şekilde duygusuzluğun pençesine düşüyoruz. Kendimizi korumak için bir gün onu üstümüze giyiyoruz ve sonra fark etmesi o kadar zor oluyor ki... Fark edince kurtulması da nedense bir o kadar zor oluyor.
Çok uzun lafın kısası, anı yaşayınca etrafına dikkat ediyorsun. Nasıl bir mekandasın, çalan müzik güzel mi? Yanındaki arkadaşının anlattıkları hoşuna gidiyor mu? Şu an burada olmaktan mutlu musun? Bunlara dikkat ettikçe de sadece anın farkında olmakla kalmıyorsun, duygularının da farkında oluyorsun. Duygularsa sanırım gideceğimiz yolu baştan beri biliyor, bu çıkarıma nereden vardığımı belki başka bir zaman anlatırım. Ama iç sesimiz ya da duygularımız, ya da adına derseniz o, yaşayacağımız hayatı biliyor gibi görünüyor.
Bir şekilde yıllardır ilginizi çeken alanlara bağlı işlere girip, onları alanları yakından tanıyorsunuz. Mantığın tüm hayatınızın birlikte geçeceğinden emin olduğu, ama duyguların bir şekilde o geleceği canlandıramadığı kişilerle ayrılıyorsunuz. Eğik tavanları sevdiğinize karar veriyorsunuz ve bir bakıyorsunuz tamamen tesadüfi bir şekilde taşındığınız yeni evin tavanı eğik.
Önemsiz örnekler mi yazdım? Yoksa hayatın acı gerçeklerini mi? Belki gerçekten önemsizdirler, belki de hayattaki en önemli şeydirler. Cevabı zaman verecek. Ben tüm cevapları bulana ve hayatımı yoluna koyana kadar burada olacağım.